29 Mart 2024 Cuma

ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI İÇTENDİ. KORUYAMADIK

 

ANADOLU MÜSLÜMANI İÇTENDİ…KORUYAMADIK.      17.03.2024 Hıfzı Yetgin

Anadolu Müslümanlığının en temel özelliği, bu coğrafyanın insanı bilgisi olmadan peşinen inanır.  İnandığında da inanır vesselam. Öğrenmeye işin detayını bilerek inanayım demeye de pek çabası olmaz.   Akıllıdır. Ama aklı kullanma, araştırma yerine kendisine anlatılmasından hoşlanır. Yani “nakil yoluyla” bilgi sahibi olmayı tercih eder. Ama eğer inanmışsa bir kere o inanç içtendir.  İçtenlikte boyutları büyüktür.  Sınır tanımaz. İşte size bunun kanıtı diyebileceğimiz bir hikâye...

Henüz tarlada harmanda bahçede bostanda motor seslerinin olmadığı, her şeyin el emeği ile kazanıldığı kapalı köy ekonomisinin hüküm sürdüğü yıllarda... Bir rençperlikle uğraşan işinde gücünde bir yıl beş mevsim, günde 25 saat çalışan emmim bir dayım varmış.   Bizden biri yani… bu emmim bu dayım çalışmış, çalışmış, ekmiş, ekmiş, biçmiş, biçmiş sonra da toplamış tüm şapı samani harman yerine getirmiş. Öküzüylen, kömüşüylen, atıyla eşeğiyle günlerce haftalarca düven sürmüş, tınarları yığmış, rüzgar nöbetleri tutmuş, elinde yaba altı yöne döne döne tınar savurmuş… elemiş, ayıklamış o yana bu yana döndürmüş. Samanı deneyi ayırıp çeç yapmış. Kesmügünü de ayrı halletmiş. İşin önemli kısmını bitirmiş bir sevinç. İçinde  '"çok şükür, çoluğun çocuğun malın melalin yiyeceğini hazır ettik. Bu yıl da ekmeğimiz çıktı. Diye bir nefes almaya hazırlanırken… birden gök tıkırdamaya, harlayıp gürlemeye başlamış. Bizim ki, az bi işi kaldı. Artık buğdayı çuvala koyup- ambara taşıyınca, işin sonuna gelinecek… Çuvallar hazır, dört tekerleği de samanlığın böğründe çoluk çocuk da yanında bir yükte eşeğe sararsa iş tamam. Gökyüzüne dönmüş yalvarırcasına bakmış, ellerini açmış, yağmur yağacak gibi. Ama bilirki rızık var görüp durur koca yaradan. İçtenlikle seslenmiş. "Ya rabbim görürsün ki işin sonuna geldik. Az müsaade ver. Az sabret, az kaldı şu denenin çoğunu ambara birazını da herkile koyayım. Sonra istediğin kadar yağdır. Ağzını açanın ağzını yırt. Bak her şey ortada az bir müsaade, demiş. Demiş emme daha sözü bitmeden bir gürültü, bir patırtı, bir takırtı, bir şakırtı kopmuş kiiii… düşman başına . Bir şiddetli tufan dolu yağmur bir arada. Sular, seller, ortalığı kaplamış. Harman yerinde ne kadar dene, kaç hak, kaç yarım, kaç teneke ne var ne yok almış götürmüş. Yetmemiş bir de samanlığın saçağının damlalıklarının altına sığınmış garibim eşekçiğizi de sürüyüp götürmüş.   Kim ne etsin? Kime kimi anlatsın? Çaresiz bakmış bakmış gözlerinde yaş. Üzülmüş ki görülmez cinsten. Donmuş kalmış, dönmüş bakmış;  Sonrasında “Ya Rab, bunu bana etmeyeceğeydin. Dedim sana az müsaade diye ”diyebilmiş..

             Derken zaman geçmiş mübarek Ramazan ayı gelmiş çatmış. Bizimki çoluk çocuk uşak devşek  sahura kalkmışlar. Yemeklerini yemişler niyetlerini edip oruca başlamışlar. Ailenin öteki bireyleri bilinmez de gündüz olmuş öğlen vakti geçmiş, ikindiyi de aşmış iftara az bir zaman kala bizimki şu güllegini kaldırmış emziği ni da ağzına dayayıp lıkır -lakır suyu içmiş.  Orucu bozmuş yani. Sonra gökyüzüne yönelip başlamış inandığı ile konuşmaya.., "Ne o, kızdın değil mi?  Kızdın kızdın . Orucu bozdum diye kızdın. Daha dur… Seyret sen. Kurbanı bekleyeceğim. Vallahi bak eşeği de kurbana sayacağım" demiş...

              Şimdi dayım/emmimim imanını, inancındaki içtenliği sorgulayabilir misin? , Bilgisizliğinin Onu isyana sürüklediğini söyleyeceğiz. Her şey diyeceğiz. Tamam da Kendisini Tanrısına sitem edecek kadar yakın gördüğü için içtenliği apaçık ortada olan inancını sorgulayabilir miyiz?  Hiçbir koşulda buna hakkımız olmaz.

            Halkın cahilliğini kutsayanlar burada da mangalda kül bırakmayacaklar. Hadi oradan. Şu halkı aç bıraktık, açık bıraktık, tonlarca atığın, milyonlarca ton toprağın altına gömdük. Enkazlar da bıraktık. Kimselere ağzını açmadı. Sesini yükseltmedi. Şu Anadolu insanının saflığını koruyamadık. Yeniden kazandırabilmen için Anadolu kadar ömür gerekir.

Yazıklar olsun bize…                                                                     17.03.2024 hyetgin

 

19 Mart 2024 Salı

ÇANAKKALE- Mehmet Muzaffer'in Hikayesi -2024

26 Şubat 2024 Pazartesi

BİR HOLLANDALI İL İL GEZMİŞ YURDUMU

23 Şubat 2024 Cuma

GERÇEKLERİ SÖYLEMENİN BEDELİ OLABİLİR

 

GERÇEKLERİ SÖYLEMENİN BEDELİ OLABİLİR

Üç kişi giyotinle idama mahkûm olur. Bunlardan biri papaz, biri hâkim, biri de fizikçi...

*İdam sehpasına ilk papaz çıkarılır. Başını giyotinin altına yerleştirir ve sorarlar:

– Son sözün nedir?

Der ki:

– Ben Allah’a inanıyorum, O beni kurtaracaktır. Allah... Allah... Allah...

Giyotini indirdiklerinde boynuna birkaç santim kala giyotin durur. Halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır:

– Onu serbest bırakın; Allah sözünü söylemiş ve onu korumuştur.

Böylece papaz idam edilmekten kurtulur...

*Sıra hâkime gelir, ona da sorarlar:

– Demek istediğin en son söz nedir?

Der ki:

– Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum. Ama adalete güveniyorum. Adalet... Adalet... Adalet...

Giyotini indirirler, giyotin hâkimin de boynuna birkaç santim kala durur...

Bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar:

– Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.

Böylece hâkim de boynunun kesilmesinden kurtulur...

*Sıra fizikçiye gelir. Ona da

– Son sözünü söyle derler;

Der ki:

– Ben ne Allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hâkim.. Bildiğim tek şey şudur: Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor.

Görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler. Düğümü açıp tekrar bırakırlar, böylece fizikçinin başı bedeninden kopar..

Toplumdaki "düğümler" ve sorunlara işaret edip gerçekleri söylemenin acı sonuçları olabilir!..

Gerçeğe talip olanlar, bedel ödemeyi göze almalıdır..

ARTHUR SCHOPENHAUER

 


16 Şubat 2024 Cuma

DALYA OYUNU- HASAN ALİ KALAYOĞLU

  DALYA OYUNU- HASAN ALİ KALAYOĞLU

DALYA- HASAN ALİ KALAYOĞLU

 En sevdikleri oyun olmasına rağmen, aynı zamanda da en az oynadıkları oyundu dalya. Bunun da en önemli nedeni, bizimki gibi küçük bir mahallede bir araya gelmesi zor ve kalabalık bir çocuk grubuyla oynanmasının zorunlu olmasıydı. Ayrıca, o dönemde pek bulunmayan yumruk büyüklüğünde içi dolu bir topla oynanmasının gerekli olması da diğer bir nedendi.    

Ama bugün hem topları vardı, hem de yeterli sayıda oyuncuları. Topu Emin getirmişti. Babası ayakkabıcı olduğu için, artan deri parçalarından dikmiş ve içini de kumaş ve deri parçalarıyla doldurmuştu. Bu oyunda topun en fazla 5–6 cm çapında ve biraz da ağır olması gerekliydi. Yoksa daha büyüklerini avuçları ile kavrayamayacaklarından istedikleri yere atmaları güç olurdu.

 

Emin’in getirdiği top tam da istedikleri gibiydi. O nedenle hemen sokağın bitimindeki arsaya koştular. Seyrek de olsa oynadıktan sonra arsanın kenarındaki iğdenin altına sakladıkları tuğla kırıkları bıraktıkları yerde duruyor olmalıydı. Gerçi alınmış da olsa sağdan soldan hemen bulup getirirlerdi. Çünkü bütün evlerin çatıları oluklu tuğla ile örtülüydü ve sonbahardaki tuğla aktarma döneminde kırık tuğlalar değiştirilip atıldığı için her yer tuğla kırığı oluyordu.

Dalya tuğlaları, bıraktıkları yerde duruyordu. Hemen alıp arsanın ortasına geldiler ve önce büyüklerinden başlayıp üst üste yığarak 25–30 cm yüksekliğinde bir kule meydana getirdiler. İşte buna “dalya” denirdi ve dalyanın mümkün olduğu kadar sağlam olması, kolay kolay yıkılmaması gerekiyordu. Sonra da bunun 4–5 metre uzağına bir çizgi çizerek topun dalyaya atılacağı yeri belirlediler.

 Artık oyun için her şey tamamdı ve sıra ekiplerin belirlenmesine gelmişti. İçlerinde diğerlerine göre daha büyük olan Ali ve Yusuf ekip başkanı oldular ve yazı-tura ile oyuncuları hangisinin önce seçeceğini belirlediler. Sonra da, oyunu daha iyi oynayacaklarına inandıkları arkadaşlarını önce biri sonra diğeri sırayla yanlarına çağırarak ekiplerini oluşturdular. Beşer kişilik ekipler hazırdı ve hemen kaynaşıp karşı takımı nasıl yenebileceklerinin taktiklerini konuşmaya başladılar. Rakiplerinin zayıf tarafları da fısıltıyla konuşulanlar arasındaydı.

 Sıra oyuna hangi ekibin başlayacağının belirlenmesine gelmişti. Bunun için yerden küçük bir tuğla parçası alan Mıstık, bunun bir tarafına tükürerek başkanlara sordu:

          -“Kim yaş tarafını, kim kuru tarafını alıyor?”

Yaş tarafını Yusuf alınca kuru tarafı da Ali’ye kaldı. Mıstık, taşı hızlıca havaya fırlattı ve hep birlikte düştüğü yere koştuklarında, taşın kuru tarafının üste geldiğini gördüler. Bu durumda oyuna Ali’nin ekibi başlayacaktı. Yusuf’un ekip de “ebe” olmuştu.

 Ali’nin ekibinde en gözlekçi* olan Selahattin’di. Bu nedenle çizginin başına en önce o geçti. Diğerleri ise çil yavrusu gibi etrafa dağılarak dalya yıkılırsa karşı ekibin topla kendilerini vurmasına karşı önlem aldılar. Ebe olan Yusuf’un ekibinde ise, topu en isabetli ve hızlı atan vurucu elemanları Recep dalya başında yer alırken, diğerleri de karşı ekibin oyuncularının yakın durarak Recep’in topu kendilerine pas olarak attığında yakalayıp en yakındakini vurmaya hazırlandılar.

Selahattin, topu eline alarak çizgiye dikildi. Kolunu ileri geri sallayarak nişan almaya çalışırken ortalıkta çıt bile çıkmıyor, her iki ekip de heyecanla onun atışını bekliyorlardı. Tam topu atacaktı ki, Recep eliyle dalyanın üstüne bir daire çizerek bağırmaya başladı:

          -“Ortada kuyu var, yandan geç.”

O, bunu sürekli tekrarlayıp Selahattin’in dikkatini dağıtmaya çalışırken, Selahattin’in iyice nişanlayıp topu dalyaya attı ve böylece de oyun başladı. Top dalyaya vurdu ama kiremitler hafifçe sallanmasına rağmen yıkılmadı. Bu durum Ali’nin ekibinde en güvendikleri arkadaşlarının boş çıkması nedeniyle üzüntü yaratırken, Yusuf’un ekip sevinçten havalara zıplıyordu.

 İkinci olarak topu alıp çizginin başına geçen ekip başı Ali’ydi. O da büyük bir dikkatle nişan alıp topu dalyaya attı ama ıska geçti. Üçüncü olarak, Muhittin geçti çizginin başına. O da deviremezse geride kalanların dalyayı bile vuracaklarından hiç ümidi yoktu. Böyle bir durumda Ali’nin ekibi “ebe” olacak ve diğer ekip dalyayı devirmeye çalışacaktı. Bu nedenle çok dikkatli olmalı ve karşısında ona meydan okurcasına yükselen bu kuleyi mutlaka vurup devirmeliydi. Topu Selahattin gibi yavaş atarsa dalyayı vurma şansı artacak ama bu kez de dalya devrilmeyecekti. O nedenle topun hızını da iyi ayarlamalıydı.

 Herkesin büyük bir sessizlik içinde onu izlediğini bilerek nişan alıp topu dalyaya doğru fırlattı. Yerden dalyaya doğru hızla giden top, tam dalyanın yanına yaklaşınca yerdeki küçük bir taşa çarptı ve havalanarak dalyanın tam tepesine vurdu. Yarısından sonrası sallanan dalyanın en üstündeki üç kiremit parçası yere düşerken, vurulmak istemeyen Muhittin, büyük bir hızla oradan uzaklaştı. Dalyanın başında bekleyen Recep, topu alıp etrafına bakıncaya kadar Ali’nin ekibindeki herkes gerekli uzaklığa ulaşmışlardı.

 Recep isterse karşı ekipten birini vurmak için topu doğrudan ona atabilir, isterse de daha uygun durumdaki kendi arkadaşlarından birine pas olarak atıp onun atış yapmasını sağlayabilirdi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, topun dalyadan uzaklaşması durumunda karşı ekipten birinin gelerek kiremitleri yeniden dizmesiydi. Dalya dizme işi tamamlandığı anda o oyun kazanılmış olurdu. Öyle ki dalyayı deviren ekipten vurulmayan tek kişi bile kalsa, dalyayı dizmeyi başardığı anda bütün ekip oyunu kazanmış sayılır ve yeniden dalyayı devirmek için atışlara başlardı. Yusuf’un ekibinin ebelikten kurtulmasının tek yolu, ya herkesin dalyayı ıska geçmesi, ya da yıkılan dalya yeniden dizilmeden karşı ekipteki herkesi top atışlarıyla vurarak oyun dışı bırakmalarıydı.

 Bu arada Recep’in gözü çevreyi kolluyordu. Oyun arkadaşı Yusuf’un karşıdaki bir oyuncuya iyice yaklaştıktan sonra kendisine topu atması için işaret ettiğini görür görmez topu hemen ona fırlattı. Yusuf da topu tutar tutmaz kaçmaya çalışan Mıstık’ın sırtına yapıştırdı. Hemen yeniden topa koşan Yusuf, aldığı topu çabucak dalya başındaki Recep’e geri attı ama bu arada Muhittin gelerek düşen kiremitlerden ikisini yeniden dizip geri kaçmıştı. Ali’nin ekipten bir oyuncu vurulmuştu ama dizilecek sadece bir kiremitleri kaldığı için oyunu kazanmayı garanti görüyorlardı. O kiremidi de yerine koydukları an 1-0 öne geçerek oyuna yeniden başlama hakkı kazanacaklardı.

 Recep, yakınına gelip geri kaçarak topu kendisine atması için onu tahrik eden Ünal’ı gözüne kestirmişti. Başka tarafa bakar gibi yaparak onun dikkatini dağıttıktan sonra, topu tüm gücüyle ona attı ve kımıldamasına bile fırsat tanımadan göğsünden vurdu. Bu arada topun dalyadan uzaklaştığını gören Ali hızla gelerek kalan tek kiremidi de en üste koydu ve “dalyaaaaa” diye bağırdı. Ancak biraz acele etmişti ve son kiremidi dalyanın üstüne biraz hızlı bırakmıştı. Dalya bir an dengede durur gibi oldu ama sonra yana yattı ve en az 5-6 kiremit yere düştü. Bu durumu gören Ali’nin ekibi yeniden kaçışırken hem dalyanın yıkılmasına, hem de iki arkadaşlarının vurulmasına hayıflanıp duruyorlardı.

 Recep, Ali’yi vururlarsa oyunu kazanacaklarına inanıyordu. Bu nedenle de tüm dikkatini ona verdi. Ali de bunun farkındaydı ve son bir hamle için kendini hazırlıyordu. Başka tarafa bakar gibi yapıyor ama gözünü Recep’ten hiç ayırmadan topun kendisine atılacağı anı bekliyordu. Recep, gafil avladığını düşünerek topu hızla ona fırlattı ama Ali bunu beklediği için, birden dönerek gelen topu havada yakaladı. Eğer yakalamaya çalışırken elinden düşürseydi vurulmuş sayılacaktı ama yakaladığı için avantaj kazanmıştı. Şimdi isterse bu oyun içinde dalya dizilinceye kadar bir kez vurulursa vurulmamış sayılıp oyuna devam edecek, isterse de vurulan bir arkadaşını oyuna döndürebilecekti. Ali, vurularak kenarda bekleyen Mıstık’a dönerek oyuna yeniden dönmesini istedi. Böylece, oyunu kendilerinin kazanma şanslarını yeniden artırmış, arkadaşlarının morallerini de düzeltmişti. Eeee, ekip başı olmak öyle kolay şey değildi hani.

O gün akşam oluncaya, hatta babaları eve gelip de onları çağırıncaya kadar dalya oynadılar. Yorgunluktan kımıldayacak halleri kalmamış, her tarafları terden sırılsıklam olmuştu ama buna değmişti.

 Tatlı bir yorgunlukla evlere dağıldıklarında hava kararmak üzereydi.

 *gözlekçi: nişancı

wwwmowjeldohacombordersqx5


17 Ocak 2024 Çarşamba

BÜYÜK ATATÜRK ALBÜMÜ

BÜYÜK ATATÜRK ALBÜMÜ

Cumhuriyet tarihimizin en değerli koleksiyonerlerinden, aydın insanlarından Hanri Benazus ayrıldı aramızdan… Bizlere miras olarak bıraktığı fotoğraf koleksiyonu ve kitaplarıyla ülkemizin hafızasına en değerli katkıyı yapmıştır… Ruhu şad olsun, ışığı yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor… #hanribenazus

14 Ocak 2024 Pazar

CUMHURİYETİN 100 DEĞERİ

https://100deger.koc.com.tr/?sirala=yil https://100deger.koc.com.tr/?sirala=yil

25 Aralık 2023 Pazartesi

DOKUMA TEZGAHININ ESASI


 

20 Aralık 2023 Çarşamba

NEREDEEEN NEREYE ?

       NEREDEEEN NEREYE

      1969 yılında göreve Müdür Yetkili Öğretmen olarak başladım. İlk iki belki üç ay yaşım 18 olmadığı için maaş alamadım. Maaşlarımı aldığımda, Mutemet "bak hoca şu. Ağustos maaşın 1. ay eline geçecek olan onun kesintileri çok oluyor haliyle. Ama şu eylül 2. maaşın işte maaşın bu demişti. 525 lira gibiydi. Maaşlarımı alınca elime deli para geçmiş gibi oldu. Oradan PTT ‘ye geldim. İlk maaşımı babama göndereyim jest olsun dedim. Oradan Ziraat Bankasına geçtim. Zaten başka banka da yoktu. 2. Maaşım için hesap açtırıp bankaya yatırdım. Elimde kalan 525  lira ile SAVARONA adında bir lokantaya gittim. Atatürk'ün aşçısının çocukları işletiyordu. Orada çorbadan başlayıp tatlı ile biten bir yemek yedim. İlk aylarda Partalcı’nın hanında kalırken,  o ay ahırı yok, kokmuyormuş, eee atımda yok diye akşam yeni keşfettiğimiz ahırı olmayan  Armutçu’nun hanında kaldım.

         Ertesi gün  ilçede küçük bir fiyat araştırması yapmıştım. Bir iki esnafa da, önceki aylarda maaş alamadığım için  deftere yazılmış borçlarım vardı. Esnafların, öğretmen kaçmıyorsun ya acelesi ne ya,  serzenişlerine rağmen . Hayır, ödeyeyim diyerek o borçları kapattım. Kasap birisi vardı. Oradan köye elim boş dönmeyeyim diye bir kilo kemiksiz et aldım. Fiyatı 2,5 lira idi. Diğer eksiklerimizi köyde yumurta falan toplayıp satan,  köye gelirken de getirdiği bakkaliye malları temin eden bir köy bakkalı diyelim oradan temin ediyordum. Bir kısmını da 32 köyün ortak pazarı gibi olan Cumayanı’ndaki bir iki bakkaldan karşılıyordum. O nedenle fazla bir şey almadım. 47 km uzaklıkta  okulumun olduğu köye ortalık çok kararmadan döneyim diye hemen yola koyuldum.  Irmak köyüne kadar giden bir kamyon olduğunu duyunca hemen koşarak kamyonun olduğu yere geldim. Şoför mahalline oturmuş iki kişiden birisini benim itirazıma rağmen soför indirdi. "Öğretmen kasada bu bey şöfermalinde olurmu ya ?" diyerek indirdi. Ben o kişiden kusura bakmamasını isterken o kişi de ‘’Öğretmen rahat ol.’’ Ben zaten binmem şöfermaline de boş diye bindiydim. Temiz temiz hava ala ala gideriz işte. Sen canını sıkma gibi sözler söyledi. Bindik kamyona yaklaşık bana o kamyon elli dakika kazandırmıştı. Irmak köyünden sonra artık yayan koşuldum yola...

       Yedi saatten sonra hava kararmış durumdayken vardım köye. O günde köyde de birkaç kişi ortak hayvan kesmişler. Kilosunu 210 kuruştan isteyenlerle de paylaşmışlar. Ben de 1 kilo etle varınca.  Rahmetli Muhammet ‘’Ya hoca onca yolu elinle etle mi geldin?’’ diye bana çıkışmıştı. Bak köyde de kestik. Kaça aldın bunu deyince baktım gerçekten merak ediyorlar. 2,5 lira deyince köyde ortak hayvan kesenler. Oooo paraya bak gördün mü gibi konuşmalar yapmışlardı.  Ne ise anlatmak istediğim henüz 2 aylık öğretmenin eline 525 lira para geçiyordu. Etin ilçedeki fiyatı da 2,5 lira idi.

       Dün uğradığım markette ise orta yağlı kuşbaşı etin kilosu 380 TL idi. 1969 yılında henüz stajyer öğretmen maaşımla 210 kg kemiksiz et alabiliyormuşum. Bugün 210x380= 79.800 TL alan bir öğretmen o günkü öğretmenin alım gücüne erişebilirmiş. Ayda 79.800 TL alan öğretmen olduğunu zannetmiyorum. Müfettişlerin bile o rakama ulaşabileceklerine ihtimal vermiyorum. Hani büyüklerimiz... "Neredeeennn nereyeee?" derler ya . Nereden nereye. Geldik mi değirmene? Sordum yine ne öğütüyor bu? Aldığım cevap hiç değişmedi yıllarca . "Duman öğütüyor duman." Noktasına virgülüne takılan çok oluyor da çalakalem yazıp gittim. Dönüp okumadım bile... Herkese sağlık dileyeyim. 19.12.2023  hyetgin.

19 Aralık 2023 Salı

BLOG SAYFASI OLUŞTURMAK


                              NOT; Video Sayın Mehmet Nejat Can'a aittir. Kendisine teşekkür ediyorum.

ÜSTÜN İNSAN ATATÜRK


 

17 Aralık 2023 Pazar

DÜNYANIN HALLERİ

 https://bulten.mserdark.com/p/dunya-halleri-125

1 Aralık 2023 Cuma

NEGATİF ALANDAN ÇIKABİLİRSEN KAZANIRSIN


 

3 Kasım 2023 Cuma

TANIDIĞIM BİR SENATÖR, GENÇ BİR ÖĞRETMEN VE ANIMSADIĞIM BİR OLAY

 

TANIDIĞIM BİR SENATÖR, GENÇ BİR ÖĞRETMEN VE ANIMSADIĞIM BİR OLAY

      1969 yılı 31. Temmuz’unda öğretmen olarak göreve başladım. Yaşım 17. Maaş alabilmem için babamı mahkemeye vermek zorunda kalmıştım. Tanıkları da dinledikten sonra hakim 1.1.1952 olan doğum tarihimi 1.1.1951 olarak tashih (karar öyle yazıldığı için kullandım) etmişti.

     Okullar açıldı. Her ayın ilk haftası bir cumartesi günü maaşlarımızı alabilmemiz için ilçede İlköğretim Müfettişleri tarafından bir toplantı düzenlenir ve bizim de görevli izinli olarak uzak köylerden ilçeye inebilmemize olanak sağlanırdı.

     1969 yılında aynı zamanda benim ilk genel seçimimde yapılmıştı. O seçimlerde de öğretmenler görev yaptığımız köylerde sandık başkanı olarak görevlendirilirdik. Eylül ayının son günleri veya ekim ayının ilk haftası gibi siyasi partilerin köy gezileri başlamış, adaylar ve parti yöneticileri her köyü fırsat buldukça ziyaret ederler. Küçük toplantılar düzenlerler, köylerin sorunlarını dinlerler. Çözüm için notlar alırlar, sözler verirlerdi.

      Birleştirilmiş sınıflı bir okulda görev yapıyordum. 1,2,3,4 ve 5. sınıfların hepsi ile aynı derslikte dersleri bir arada işliyorduk. Söz gelimi 1. sınıflarla ilk okuma yazma ve matematik derslerini özel olarak yaparken diğer öğrencilerimizi de ödevlendirirdik. Hayat bilgisi dersi 1,2 ve 3.  sınıflarla ortak işlenir o saatte 4. ve 5. sınıf öğrencileri ödevlendirilirdi. Yani tüm öğrenciler aynı derslikte olurlar ama bir kısmı öğretmenli, bir kısmı da ödevli olarak çalışırlardı. Her gün içinse akşamdan bir sonraki günün planını yapardık. Yıllık planlarımızı da duvara asacak şekilde kağıtları birleştirir ve büyük tablolar haline getirir asardık. İşlediğimiz konuların altlarını da öğrencilerimiz kırmızı kalemlerle çizerlerdi ki öğrencilerimiz hangi konuları işledik. Hangi derste hangi konudayız. Oradan izlesinler diye.  

        Bir gün ortak yaptığımız bir matematik dersinde tam konuya yoğunlaştığımız hepimizin de dikkat kesildiği bir anda dersliğin kapısı çat diye açıldı. İçeriye çevre köylerden olacak bir vatandaşımız telaşlı bir şekilde girdi. Köylülerimizce yapılmış bir öğretmen masam vardı. O masanın üzerindeki plan defterimi en öndeki öğrencilerimin oturduğu 3 öğrencilik bir sıraya adeta fırlatır gibi bıraktı. Benim masayı da kucakladığı gibi götürüyor. Tüm sınıf bir anda bir şaşkınlık yaşadık. Neyse ilk toparlanan yine ben olmuş olmalıyım ki. Vatandaşın sırt tarafından ceketinin ense kısmından yakaladım.

       -BİR DAKİKA İZİN ALMAK YOK MU? Masayı nereye götürüyorsun? diye çıkıştım. Çıkıştım derken aslında biraz da sinirlendiğim için gelen şahsı yüksek sesle azarladım. O da:

      -Öğretmen, vekil bey emretti, dedi. Toyluk, deneyimsizlik ne derseniz söyleyin artık.

      -ÇIK DIŞARI! Masa falan vermiyorum deyip adamı kovarcasına dışarı çıkardım. Öğrencilerime de dönüp gelen vatandaşın aslında izin istemesi gerektiğini, kabalık yaptığı ve dersimizi de böldüğü için sinirlendiğimi masayı da o nedenle vermediğimi söyledim. Haksız mıyım çocuklar? diye de sorarak bir anlamda destek istedim. Öğrencilerim de “öğretmenim iyi yaptın” şeklinde cevaplar verdiler. Ama biraz da rahatsız olmuştum. Tadımız kaçtı. Ders performansımız da düştü. Konuyu bıraktık. Serbest okuma gibi bir etkinliğe başladık. Ders bitti. Teneffüse çıktık. Tekrar derse girdik. Yine tam dersin ortalarında kapı tıklatılarak çalındı. Yüksek sesle.

- Geeelll’ diye seslendim. İçeriye orta boylu gözlüklü biraz da kilolu sayılabilecek çok sempatik yüzlü bir bey girdi.

-Öğretmen bey ben Kastamonu Senatör adayı Ahmet Nusret Tuna’yım. Az önce bilgim dışında bir vatandaşımız sizin masayı almak için gelmiş. Siz de haklı olarak kızmışsınız. Çok özür dilerim. Hem sizden hem öğrencilerinizden özür dilemek için geldim. Lütfen kusura bakmayın, dedi. Kalakalmıştım. Şaşkınlığımı o da sezmiş olmalı ki, yanıma kadar geldi. Elimi tuttu ve kendisinden bir isteğim olup olmadığını sordu.

-Hayır, teşekkür ederim. Şimdi ben mahcup oldum gibi bir şeyler söylemeye çalıştım. Ama gerçekten mahcup olmuştum. Sonraki yıllarda aklıma geldikçe o fevriliğim kendimi frenleme konusunda karşımdaki kişiye karşı bir kabalık oluştururken benim içinse öğretici bir yaşanmışlık olmuştu. Sayın Ahmet Nusret Tuna’yı sonradan hep izledim. 1972’de Deniz’lerin idamı lehine oy kullanmamış olsaydı. Gidip ziyaret de edecektim. Ama O nezaketli şahsın idamlar lehine oy kullandığını öğrendiğimde paradigmam yine değişmişti. Sayın Süleyman Demirel yasaklı olduğu yıllarda Doğruyol partisinin genel başkanı da oldu. 1988 yılında da vefat etti. Vefat ettiğinde de üzüldüğümü anımsıyorum. Allah rahmet eylesin

    Şimdi sesli düşünüyorum. Hatta hayal kuruyorum. Sayın Milli Eğitim Bakanımız ilimizin değerli valisini aramış olsa … “Sayın Valim ilinizde bir değerli öğretmenimiz medeni cesaret göstermiş ve genel olarak bazı eleştirilerde bulunmuş. Ya ,  siz öğretmenimizi ziyaret etseniz ya da Sayın İl Müdürümüz size bir randevu ayarlasa da bir araya gelseniz. Öğretmenimize de benim adıma bir kahve ikram etseniz ve öğretmenimizin konuşmasında ileri sürdüğü taleplerini dinleseniz. Hatta orada dile getiremedikleri de olabilir… Varsa onları da not etseniz ve bana iletseniz. Çok sevinirim. Dese… Düşünebiliyor musunuz? Tüm Türkiye sathında öğretmenler nice başarılarını geometrik büyümelerle nasıl katlarlardı. Ve Sayın Bakan nasıl gönüllere taht kurardı. Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel, Mustafa Üstündağ, Avni Akyol ve kısmen Sayın Ziya Selçuk gibi… Nasıl unutulmazlar arasında yerini alırdı.  

     Emine öğretmenin yaşadıkları hafızamı tazelememe yol açtı.  Son olarak düşüncem şudur:

     Öğretmen gözaltına alınmamalı, eleştiriler sert bile olsa kulak verilmelidir. Emine Öğretmen’in konuşması işini seven bir öğretmenin ders işleyişi niteliğindeydi. Öğretmen bir eleştiride bulunmuşsa nasıl yapmalıyız diye davet edilip söyledikleri tekrar tekrar dinlenip notlar alınmalı, ders çıkarılmalı, yön tayin edilmelidir. Kaldı ki ben Emine Öğretmen’in konuşmasını yalnızca iktidara değil muhalefete ve genel anlamda da vatandaşlara bir çağrı ve eleştiri olarak algıladım. Her ne olursa olsun “Öğretmen derim önümü iliklerim.” Herkese saygılar.    01.11.2023 hyetgin

 

 

19 Ekim 2023 Perşembe

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA    Hıfzı Yetgin 

 Gururluyuz. Cumhuriyetimiz 100 yaşında. Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yılında kutlamak için cumhuriyetçiler dünyanın her köşesinde alanlarda, salonlarda uygun bulduğumuz her mekânda toplanıyor ve değerlendirmeler yapıyoruz. Böylesine önemli bir tarihte, bir yandan Cumhuriyetin önemini, bir yandan da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak hepimiz için yaşamsal önem taşımaktadır. Yazının yazılma amacını da bu cümle oluşturmuştur.

13. yüzyılda kurulup 20. yüzyılda çöken Osmanlı İmparatorluğu’nda monarşi, teokrasi ve feodalizm geçerliydi. Başka bir deyişle Osmanlı’da egemenlik, padişahta, ruhban sınıfında, toprak ağalarında ve mütegallibede idi. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte egemenlik, padişahtan, halifeden, şeyhülislamdan, ulemadan, tarikattan, cemaatten, toprak ağalarından, efendilerden, beylerden alınıp halka devredildi. Toprak reformunun gerçekleştirilememesi nedeniyle iktidardan uzaklaştırılmış olmalarına rağmen güçleri kırılamadığı için Cumhuriyet karşıtı odaklar, daha Cumhuriyet’in kurulma süreciyle birlikte, Cumhuriyet yönetimini yıkmak için hep devrede oldular. Bugün Dünyada ve Yurdumuzdsa yaşadığımız tüm olaylar bunu iyice doğrulamaktadır. Bu cümleden olarak Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler ve laiklik ilkesinin önemini de çok iyi anlamamız gereken günlerde olduğumuzda bilinmelidir..
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda iki farklı odağa karşı iki farklı mücadeleyi ulusu ile birlikte eş zamanlı olarak yürütmüştür. Bunların birincisi işgalci emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık mücadelesidir. İkincisi de saraya karşı ulusal egemenlik bir anlamda demokratikleşme mücadelesidir. Atatürk bu mücadeleleri halkıyla birlikte aklın ve bilimin yol göstericiliğinde gerçekleştirmiştir. Yani Cumhuriyetimiz Ulusal, Demokratik ve Halkçı bir özellik taşır.
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı boyunca her adımında milli iradeye dayanmış, milli iradeye vurgu yapmıştır. “Milli iradeyi etkin, milli kuvvetleri hâkim kılmak esastır” demiştir. Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi ve TBMM açılır açılmaz dile getirdiği “Meclisin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yoktur” kararı bunun en önemli belgesidir. İşte bu kararlılığın sonucunda da olması gereken gerçekleşmiş 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetimiz ilan edilmiştir.
Peki 100. yaşını kutladığımız bu bizim Cumhuriyetimiz nasıl bir Cumhuriyet’tir?
Bizim Cumhuriyetimizin temelinde “tam bağımsızlık”, “ulusal egemenlik” ve “çağdaşlık” vardır. Cumhuriyetimizin en önemli özelliği ise laikliğidir. Atatürk'ün ifadesiyle “Cumhuriyetimizin karakteri laikliktir.”
Tam bağımsızlık için önce Kurtuluş Savaşı kazanılmış, ardından Lozan'da kapitülasyonlar kaldırılarak, Osmanlı’nın ekonomi, hukuk, eğitim, kültür ve siyaset alanlarındaki çağ ile bağdaşmayan uygulamalarına son verilmiştir. Cumhuriyetimiz, halkına “kulum” diye hitap ederek kendisini Tanrının dünya üzerindeki temsilcisi kabul eden, yüzlerce yıllık, metruk binaya dönmüş sultanlık ve halifelik rejimine son vermiş, “Kayıtsız koşulsuz ulusun egemenliğini” gerçekleştirmiştir.
Atatürk, 1920'de üzerine hiçbir gücün etkisi ve gölgesi yansımayan halkın temsilcilerinden oluşan TBMM'ni toplamış, bu meclisle birlikte vatanın kurtuluşunu gerçekleştirmiştir. Ardından nefes kesen bir hızla:
Egemenliği kayıtsız koşulsuz millete veren 1921 Anayasa'sının kabulü sağlanmış,
1922’de Saltanat Kaldırılmış,
1923’te İzmir İktisat Kongresi’ni toplamış, demokrasinin yolunu açmak amacıyla CHP kurulmuş, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonra aydınlanma hareketleri daha da hız kazanmıştır.
1924’te halifelik kaldırılmış, Öğretim Birliği Kanunu çıkarılmış,24 Anayasası kabul edilmiştir.
1925 yılında Aşar Vergisi kaldırılmış, Şapka ve Kıyafet Devrimi gerçekleştirilmiş, Tekke ve Zaviyeler kapatılmıştır.
1926’da Medeni Kanun kabul edilmiş,
1928’ de Harf Devrimi,
1933’de üniversite reformu ve Soyadı Kanunu çıkarılmış,
1934’te de kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Bu adımla Türkiye'de laikliğin ve demokrasinin çok önemli bir altyapısı hazırlanmıştır. Bu yönüyle Cumhuriyet aynı zamanda bir kadın hakları devrimidir.
Cumhuriyetimiz ümmetten “Ulus”, kuldan “Yurttaş” yaratmıştır. Osmanlı'da padişahın “kulu” olan halk, Cumhuriyetle “yurttaş” olmuştur. Cumhuriyetimiz vatandaşları arasında fırsat eşitliğinin de yollarını açmıştır. Cumhuriyetin yarattığı bu “eşitlik ortamı” ve “olanaklar” sayesindedir ki Anadolu ve Trakya’nın herhangi bir köşesinde doğan halk çocukları liyakat temelinde ilerleyerek, Türkiye Cumhuriyeti'nde en üst makamlara kadar yükselebilmişler, milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olabilmişlerdir. Ayrıca da Cumhuriyetin sağladığı olanaklarla daha önce hayal bile edemeyecekleri öğretimleri gerçekleştirmişler ve pek çok makam ve mesleğin nitelikli sahipleri olmuşlardır.
Cumhuriyet Türk tanımını yaparken de ırkçılıktan uzak durmuş, etnik köken, din ve mezhep bağını değil, vatandaşlık bağını esas almıştır.
1924 Anayasasında tam olarak şöyle denilmiştir: “Türkiye'de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk' denir.” Bu tanımdan sonra artık Cumhuriyetimizin kültür kökleri, anayasamızda işaret edilen tarihimiz ve öz dilimiz olmuştur. Cumhuriyetimiz bir taraftan bizi, Osmanlı döneminde uyduruk bir dil ile koparıldığımız tarihimizle ve kültürümüzle buluşturmuş, diğer taraftan yüzyıl boyunca Arapça ve Farsçanın baskısı altında yok olmaya yüz tutan dünyanın en matematiksel dili olan Türkçemizi de kurtarmıştır.
Yukarıda da işaret ettiğim gibi Cumhuriyetimizin temelinde akıl ve bilim vardır. Çünkü büyük Atatürk akıl ve bilimin devrede olduğu her yerde aydınlanmanın gerçekleştiğini çok iyi bilmektedir. Yaygın eğitim seferberliklerinin yanında Cumhuriyetin en yaygın aydınlanma kurumları da okullar olmuştur. Bu okullar Cumhuriyetin çağdaş eğitim anlayışını akılcı, bilimsel, laik, ulusal ve karma eğitimle gerçekleştirmeye devam edeceklerdir. Yönümüz çağdaş uygarlığa dönüktür. Cumhuriyet edebiyat, resim, müzik, heykel, tiyatro gibi güzel sanatlarda da ilerlemeyi gerekli görmüştür: Öyleyse resmi, özel tüm okullar olarak görevimiz, her bakımdan çağdaşlaşmayı esas almak alacaktır. Okullar barışında kaleleri olacaklardır. Çünkü Atatürk'ün “Yurtta barış, Dünyada barış” sözü Cumhuriyetimizin evrensel ilkelerinden birisidir. Dünyanın hâlihazırda yaşadığı savaşlarda izlediğimiz politikaların gördüğü kabul bunun en kanıtlı belgeleridir.
Sevgili yurttaşlar,
Sonuç olarak, Türkiye'de tam bağımsızlığın, ulusal egemenliğin, demokrasinin, ulus bilincinin, fırsat eşitliğinin, özgürlüklerin, kadın haklarının, çağdaş hukukun, kültürün, sanatın, bilimsel eğitimin, barışın ve çağdaş yaşamın güvencesi laik cumhuriyettir.
Türkiye'yi ikinci yüzyıla taşıyacak vizyon da Atatürk'ün laik cumhuriyet vizyonudur.
Türkiye Cumhuriyeti'ni akıl ve bilimle kurup geliştiren Atatürk, “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Beni izlemek isteyenler aklın ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.” demiştir.
Büyük Atatürk sana söz veriyoruz. “Senin manevi mirasçıların olmaya devam edeceğiz.” Cumhuriyetimizin 100. yılı kutlu olsun. Yaşasın Cumhuriyet Devrimleri. Hıfzı Yetgin

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Premium Wordpress Themes